Header Reklam
Header Reklam

'İyi'den 'mükemmele' giden yolda...

05 Ocak 2015 Dergi: Ocak-2015
'İyi'den 'mükemmele' giden yolda...
Vural Eroğlu… Systemair HSK Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı… İTÜ Makine Fakültesi’nin 1974 mezunlarından, yani “kırk yıllık mühendis”… 

Başarmak, başarıyı sürdürülebilir kılmak için; “biz olabilmek”, sorunların çözümlerine “biz olarak bakabilmek” gerektiğine inanan Eroğlu, Türkiye iklimlendirme sektörünün gelişimi için mesleki örgütlülüğü “olmazsa olmaz” koşul olarak görmüş. Bir dönem başkanlığını da yaptığı İSKİD’in kuruluşundan itibaren aktif üyeleri içinde yer almış. Halen zamanının yaklaşık % 30’unu sivil toplum kuruluşlarına ayırıyor… 
Vural Eroğlu, Türkiye iklimlendirme sektörünün gelişim sürecinin önemli dönemlerini, bizzat sektörün içinde dinamik bir oyuncu olarak yaşamış. Sektörün oldukça yoğun gündemi içinde küçük bir mola vererek Vural Bey ile iklimlendirme sektörümüzün eksiğini, fazlasını, olanlarını, olması gerekenlerini konuşalım istedik. Kırk yılın tecrübesinden yararlanmak isteyen okurlarımıza keyifli okumalar diliyoruz…

Hiç de küçümsenecek bir başarı değil… İyi durumdayız

İklimlendirme sektörü olarak durumumuzu tek sözcükle özetlemem gerekirse; evet, iyiyiz. Türkiye iklimlendirme sektörünün atağının 80’lerde, liberal ekonominin atağına paralel olarak başladığını söyleyebiliriz. 90’lı yıllara iklimlendirme sektörümüzün “aydınlanma dönemi” diyorum. Zira 90’lar, sektörü geliştirecek mesleki örgütlenmenin hız kazandığı yıllar oldu. TTMD, İSKİD, DOSİDER, İZODER, ardından POMSAD, ISKAV kuruldu. İSKİD’te Mustafa Baygan’ın başkan, benim genel sekreter olduğum yönetim kurulumuzun aldığı ilk karar, sektör envanteri ve makine envanteri çıkarılmasıydı. Zor bir işti. Sektör envanterini iki yıl içinde çıkarabildik. Sektör makine envanterini çıkardığımızda biz de şaşırdık; makineleşme çok zayıftı, çoğu şey elle yapılıyordu. Çoğu tesiste iklimlendirme ekipmanları adına hemen her şey üretiliyordu. Ar-Ge’si olmayan, yaptığı iş kalitesini bir daha tekrarlayamayan, verimliliği düşük bir üretim altyapısı ile mücadele ettik. Güçlü bir ithalat baskısı vardı. O yıllarda rol modelimiz Alarko ve Teba idi. Fabrikalarında hemen her şeyi yapıyorlardı. Biz de öyle gördük, her şeyi yapmaya çalıştık. Ama bir gün geldi rahmetli Üzeyir Garih, “beyler” dedi, “ürün gruplarınızdan pek çok şeyi atın, sadeleştirin, odaklanın” dedi, çok haklıydı. Biz de firma olarak görüşlerimizle paralellik gösteren bu tespite kulak verdik, attık, bir tek klima santralini bıraktık. O dönem bu ürün grubu da % 60-70 oranında ithal baskısı altındaydı. Klima santrali karakter olarak nakliye dezavantajı taşıyan bir üründür. İthal girdilerle rekabet fırsatını klima santralinde gördük. Tam da bugünleri öngörebildik diyemem ama zaman, karar vermemizdeki çıkış noktalarımızın doğru olduğunu gösterdi. Sektörümüz, bir firmanın çok fazla çeşit ürün üretmesinin, o firmanın ürün kalitesini, verimliliğini, gücünü olumsuz yönde etkilediğini gördü.

Daha sonra yabancı, güçlü örgütleri izlemeye başladık. Eurovent ile ilişki kurmaya başladık. Neler yaptıklarını çok yakın takibe aldık. Üretimde liberal ekonominin etkisiyle CNC makinalar çoğalmaya başladı. Biz Avrupa’nın üretim üssü olma hedefiyle yola çıkmıştık. Gerçekten 2000’li yıllara geldiğimizde, 15 yıl sonra Türkiye’de önemli bir üretim metodolojisi elde ettik, ihracat atağı başladı. İklimlendirme sektörümüzün ürünlerini, dışarıya satabilir hale getirdik. Geriye dönüp baktığımızda geldiğimiz nokta, hiç de küçümsenecek gibi değil. İklimlendirme sektörünün örgütlü yapısı, bizim dünya kalitesini yakalamamıza çok yardımcı oldu. Basınçlı kaplarla mukayese edecek olursak, basınçlı kapların hala ithal baskısı altında kaldığını görüyoruz. Ama klima santralinde Türkiye, dünyanın en büyüğü Almanya ile başa baş gidiyor. Sadece klima santrali değil, havalandırmanın diğer ürünlerinin de gelişme hızı oldukça etkileyici. İyi gidiyoruz, iyiye doğru gidiyoruz. Bundan sonra nasıl ilerleyeceğimiz de çok önemli..

Bölünerek çoğalmak yerine güçlenmeye götüren birleşmeler yeğlenmeli

Türkiye artık 80’lerin 90’ların Türkiye’si değil. Bu kadar çok sayıdaki küçük işletmenin mücadele edebilmesi için teknoloji olarak finansal olarak, yönetim, işletme olarak kendilerini çok iyi noktalara çekebilmeleri gerekir. Kırılganlığı yüksek işletmelerin insan kaynaklarına, Ar-Ge’ye, bilgiye yatırım yapabilme kabiliyetleri düşüktür. Çalışan yetenekli personellerini bünyelerinde koruyabilmeleri güç olabilmektedir. Y kuşağının tatminini, şirket bağlılığını sağlamak zaten çok güç. Bu durum, firmaların firmalara bölünmesi sonucunu doğuruyor. Bölünerek zayıflıyoruz. Oysa firmaların bölünerek çoğalmaları değil, firmaların bütünleşerek daha güçlü hale gelmeleri lazım.

Dünya iklimlendirme sektörü havalandırmayı keşfediyor

İç hava kalitesinin önemini göz ardı etmemeliyiz.Kentleşmenin hız kazanması, binaların ısı kayıp-kaçaklarını önlemek adına yalıtılarak sızdırmazlığının artması, iç hava kalitesini oldukça önemli bir noktaya çıkardı. Oksijensizlik ve insanların karbondioksit üretimi, binalarda iç hava kalitesini ve buna bağlı olarak da sağlığı tehdit eder hale getirdi. Artık VRF’ciler de, soğutma grubu yapanlar da havalandırma konusunda yatırımlar yapıyor, kendilerini geliştiriyor, firmalar satın alıyor. Bir binanın soğutma ve ısıtma yüklerini gayet güzel hesaplıyoruz, çok güzel cihazlarla donatıyoruz. İç hava kalitesini sağlayacak havalandırma; konutlarda hiç yapılmıyor, hastanelerde biraz yapılıyor. AVM, iş merkezleri, havalimanı gibi yerlerde kaliteye daha fazla önem veriliyor. Dünya, iç hava kalitesizliğinin tehdidini gördü. Türkiye bir an önce buna yönelmeli. Konut, okul, yatakhane gibi toplu yaşam alanlarının iç hava kalitesi kesinlikle dikkate alınmalı. Türkiye iklimlendirme mühendisliğinin, iç hava kalitesi konusunda ülkemize çok önemli katkılarının olması gerektiğini düşünüyorum ve Nisan ayında yapılacak Teskon kongresinin önemli bir kilometre taşı olduğunu belirtmek istiyorum.

Mühendisliği multi-disiplin olarak ele almalıyız

Üretim dediğiniz zaman, artık sadece makine mühendisliğinden ibaret bir alan değil, bilgisayar mühendisliği, elektronik mühendisliği, endüstri mühendisliği, önemli rol oynuyor. Bunlar, bütünleşik, multi-disipliner bir yapıda örgütlenmiş olmalı.

Fabrikalarda üretimin başına genellikle makine mühendislerini koyuyoruz. Makine mühendisleri, üretim mühendisleri değildir, doğayı (ısı, enerji) matematikle ifade eden mühendislerdir. Onlar, teknolojik mühendislerdir, ürün tasarlayan, termodinamik dengeleri sağlayan mühendislerdir. Üretim ise başka bir disiplin. Üretim, üretim mühendislerinin yönetiminde olursa, maliyetleri yönetmek, aşağıya çekmek mümkün olacaktır. İklimlendirme ürünlerinin üretim erkini, makine mühendisliğinden ibaret görmemek gerekir. Tabii bunu yapabilmek için firmaların belli bir sanayi kültürüne sahip olması gerekiyor.

Artık “iyi” yetmez, hedefimiz “mükemmele” doğru kaymalı

Türkiye’nin yapması gereken şey “iyi” ile yetinmemek, “iyi”yi “mükemmel”e götürmeyi hedeflemektir. Asgari müşterekte bir ürün yapmak, bizim için işten bile değil. Artık bir ürünü yapmak için bu ürünü kataloglarıyla, sürdürülebilirliğiyle, dünya pazarlarında satılabilirliği ile, sevkiyatı, kullanımı, servisi, yedek parça bulunurluğu, müşteri karşısında tercih edilebilirliği ile ele almak, inovatif çalışmak gerekir. Çalışmaların odağına müşteri beklentilerini koymalıyız, kendi reflekslerimizle hareket etmemeliyiz. Müşteri en iyi eğitici, en iyi yönlendiricidir. İşin teknolojisini bilmiyor olabilir ama, neye ihtiyacı olduğunu en iyi tarifleyen müşteridir. Bunun için artık Ar-Ge, üretimin değil pazarlamanın bir uzantısı olarak görülmelidir. Ar-Ge, salt bilimi değil, pazarlamanın stratejilerini de çalışmalarının odağına almalıdır. Biz kendi işimizde bunu yapmaya çalıştık. Her zaman müşteri tarafında “işe yarar”, katma değer sunan özellikleri ürünümüze kazandırmaya çalıştık.

Küresel pazarlarda Türk mühendisliğinin gücünü göstermek, küresel iklimlendirme sektöründe başa güreşmek istiyorsak; “iyi”den “mükemmel”e giden yolları aramalıyız.

İnsan kaynaklarımızı doğru yönetebilmeli, doğru değerlendirmeliyiz

Sektörümüzün insan kaynakları konusunda YTÜ’ye teşekkür etmek gerekir. Prof. Dr. Doğan Özgür hocamızın ruhu şad olsun; müthiş bir ateş yaktı. Bugün iklimlendirme sektörünü, insan kaynakları açısından YTÜ ayakta tutuyor. Aslında sektörümüzün, diğer üniversitelerden gelecek mühendislerin katkılarına da ihtiyacı var. Farklılıklardan doğacak inovasyona ihtiyacımız var. Genç mühendislerimiz de sürecin içindeki önemlerinin farkına varmalılar. Kendilerini geliştirecek olanaklara sahip bünyelerde uzmanlaşmayı, mühendislik bilgilerini katma değere dönüştürmeyi hedeflemeleri gerekiyor.

İhtisas alanlarımızı doğru tespit etmeliyiz

Türkiye’de soğutmanın geçmişi aslında çok eskilere dayanıyor. O zamanlarda, yüksek gümrük duvarları nedeniyle ithal ürün baskısı yoktu. Yerli sanayici çok fazla rekabet yapmadan talepleri karşılıyordu. Birdenbire gümrük duvarları kalkınca, adeta o duvarın altında kaldık. İthal ürünler, pazarı ele geçirdi. Yerli üreticilerimiz kendini geliştirmeye başladı; ama iş işten geçmişti. Soğutmanın ana komponentleri olan kompresörler, otomatik kontrol kısmı, belli küresel üreticiler tarafından üretiliyordu. Bu üretici firmalardan uygun koşullarla alışveriş yapabilmek için, belli bir sipariş adedini tutturmak gerekiyor. Soğutma ürünlerinin önündeki en büyük engel kapasite sorunu.

Avrupa’da Almanya klima santrali yaparken İtalya soğutma gruplarına ağırlık verdi, o alanda ilerledi. Bunun için soğutma gruplarında bir İtalyan baskısı oluştu. Türkiye’deki üreticilerin belli bir noktaya gelebilmeleri için komponent fiyatlarını belli bir noktaya getirebilmeleri lazım. Bu da çok kolay değil. Ölçek ekonomisi yaparak dünya pazarlarına arz tahminleri yapamıyoruz. Çünkü güçlü bir markamız yok. Ama yeni nesil ünitelerde; ısı pompalı ünitelerde, soğuk odalarda, plastik kalıpların soğutulmasında ve endüstriyel alanlarda kullanılan soğutma makinalarında şansımızı daha fazla görüyorum. Bu konuda oldukça ciddi çalışan, geleneksel firmalarımız var. Ancak konfor klimasına girebilmeleri sanırım daha güç. VRF gibi, soğutma grupları gibi üretim yatırımları ancak bir know-how ile yapılabilir. Ama endüstriyel soğutma-klimada şansımızın daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Kanımca bu alanda dünyaya kabul ettirebileceğimiz bir uzmanlık tesis edebiliriz.

Fiyat baskısıyla hareket etmenin kısır döngüsünden çıkmalıyız

Ne yazık ki fiyat baskısıyla hareket ediyoruz. Teknik bir ürün satılırken fiyat, dördüncü kademede gelmeli. Önce kalite ve müşteri tatmini, ömür boyu işletim, verimlilik, çevre faktörleri fiyattan önce gelmeli. Ama biz fiyatı ilk sıraya aldığımız zaman ürünlerimiz, hizmetlerimiz geriye doğru gidiyor. Fiyat baskısı, bugün için de, ama özellikle sektörümüzün geleceği için en büyük tehlike. Sadece fiyata odaklı pazarda, bırakın gelişmeyi, varlığınızı koruyabilmeniz güçtür. Eğer iyi bir Ar-Ge yapılmış, işletim ve süreç planları yapılmış, ölçek ekonomisi sağlanmış, segmenti belirlenmiş, segmentin taleplerine göre optimizasyon sağlanmış ve böylelikle fiyat aşağı çekilebilmişse, işte bu saygı duyulacak bir şeydir. Ama müşteriye “ne isterseniz yaparız, fiyatı nereye isterseniz oraya çekeriz” dediğinizde bu işin kazananı olmaz, uzun vadede herkes kaybeder. Tabii ki bu sürecin dinamosu müşteridir. Daha ucuzunu istedikçe, daha ucuzu da sunuldukça içinden çıkılamaz bir paradoksa dönüşüyor. Yabancı firmalar da Türkiye’deki fiyat baskısına ayak uydurabilmek için Türkiye’ye özel fiyatlar uyguluyor. Türkiye pazarına girebilmek için küresel fiyatlarını olabildiğince aşağı çekiyor. Bundan Türk üreticisi de zarar görüyor. Tam bir yumurta- tavuk döngüsü ortaya çıkıyor.

Fiyat baskısı nedeniyle üreticilerin daha düşük maliyetle üretebilmek adına doğal olarak komponentlerini dışardan temin etmeleri (outsource) tabi ki çok önemli bir süreç, ancak sektörümüzde öz yeteneğimiz olan ürünleri, “outsource etmek” gibi bir tehlikeye gidiyoruz. Bu süreci önemle belirtmek istiyorum. Öz yeteneğimizi “outsource” etmemeliyiz yoksa kaybederiz. Bence meslek örgütlerimiz, “iklimlendirme alanındaki teknolojik malzemelerin satın alma metodolojisi” konulu bir eğitim açmalı. Müşterimizin satın alma personelini eğitebileceğimiz, risklerle, ömür boyu maliyet kavramıyla ilgili farkındalığı artırabileceğimiz bir kurs programı organize edebiliriz. Ayrıca Türkiye’de müteahhidin sorumluluğu iki yıl ile sınırlı olduğu için, iki yıl sorunsuz çalışabilecek, en düşük fiyata sahip ürün yeterli görülüyor. Belki devlet ihale kanununda bir değişikliğe gidilmesinin faydası olabilir. Ama bu işleri hale yola koymak için devletin kılı kırk yarar kısıtlar getirmesinden başka çare olmadığı düşünülmemeli. Bu sorunun asıl çözüm mercileri, meslek örgütleri olmalıdır kanısındayım.

Sorunların çözüm merkezi, sivil toplum örgütleridir ama…

Örgütlenme konusunda sektörümüz çok başarılı. Disiplinli, birbiri ile dayanışma kültürünü kazanmış, ilişkileri saygı değer bir sektördür ama bu saygıdeğer ilişki, eleştiri yapabilme kültürümüze engel olmamalı. Eleştirmekten ve eleştirilmekten çekinmemeliyiz. Doğru eleştiriler, gelişim fırsatı sağlayacaktır. Çoğu zaman “saygı” konusundaki hassasiyetimiz, bu geliştirici fırsatları engelleyebiliyor. Özellikle gençlerin yanında durmak ve onları dinlemek, önlerini açmak gerekiyor. Sektörde ifade özgürlüğü olmalı… Avni Anıl bir gün bestekarlık, şarkıcılık üzerine konuşuyor; “bazı şarkıcılar vardır” diyor “sazı sırtına alır, bazı şarkıcılar vardır sazın sırtına biner. Bestelerimin her zaman sazı sırtına alan şarkıcılar tarafından icra edilmesini isterim” diyor. Sektörümüzün de kendisini sırtlayabilecek bireylere ihtiyacı var. Şüphesiz hiçbirimiz sektörü tek başına sırtlayamaz, “biz” olmamız lazım…

Sektörümüzün örgütsel çalışmaları; bürokrasi, mühendislik odaları, TOBB,  Üniversiteler ve STK’ların kendi aralarındaki ilişkiler konusunda oldukça başarılı ama bu ilişkiler, olayın sadece bir yönü, bir boyutudur. Sektörümüzün ürünlerini kim kullanacak? Mimarlar, müteahhitler, yatırımcılar, turizmciler, madenciler, gıda üreticileri, okullar, askeri birlikler, hastaneler v.b. kullanacak. Kendi sahamızın yanı sıra müşterilerimizin sahalarında da oynamamız, bu kesimlerle de daha güçlü ilişkiler kurmamız gerekir. 

İSKİD tarafından düzenlenen Mimari Tasarımda İklimlendirme Semineri, güzel bir örnek teşkil etti. Mimarlarla bir araya geldiğimiz verimli bir çalışma oldu. Bu tür organizasyonlar çoğaltılmalı. Örneğin madencilik sektörünün 15 yıllık kaza raporlarında, kazaların sadece birinin göçük, diğerlerinin grizu patlaması olduğu görülüyor. Yani madencilik sektörünün temel sorunlarından biri; madendeki iç hava kalitesi. Bu ise tamamen bizim işimiz: havalandırma. Bu konuya eğildiğimizde gördük ki; madenlerde havalandırma konularını, “madenlerde havalandırma” dersi veren maden mühendisleri yapmış. Bizim uzman olduğumuz branş, madenlerde bizler olmadan uygulanmış. Maden mühendisleri ile temasa geçtik ve bu alanda ilerlemeye çalışıyoruz. Bu konuyu TOBB İklimlendirme Meclisi’nde de, TTMD’de de işledik, yoğun ilgi gördü. Nihayetinde ilk kez maden mühendisleri yaptıkları bir projeyi bir mekanik projeciye getirip kontrol etmesini istemişler. Bu örnek de bu konudaki çalışmaların iyi bir noktaya doğru ilerlediğini gösteriyor.

Sektör büyüdü, artık ihtisaslaşmaya ihtiyaç var. İklimlendirme sektörü var olma savaşını kazandı ve gelişme sürecine girdik. Bu konuda farkındalığımızın artması gerekli. Bu noktada STK’lar genel anlamı ile “Kendi ortak üretim alanında çalışan firmaların” pazar büyütmek ve kendi varlığını sürdürmek için oluşturduğu bir lobi çalışma alanıdır. STK’lar doku itibari ile türdeş olmalıdır. Hatta bitmiş ürün karakterine sahip firma ile aynı sektöre komponent üreten firmaların dahi ihtisaslaşmasının gerekli olduğu süreçlere geldik. Bu noktayı önemle arz etmeliyiz.

Kümelenme ile üretim metodolojisini, STK’ların kullanacağı bir değer olarak ele almamız gerekir. Kümelenme, STK’lar için örgütlenme modeli olmamalıdır. İnsan anatomisi ile izah etmeye çalışırsam; aynı tür hücreler, dokuları, aynı dokular, organları, değişik organlar insan anatomisini oluşturur. STK’ların uyum içinde çalışması (türdeş hücreler topluluğu) insan anatomisinin mükemmeliyetini destekler. Organların uyum içinde olması kümelenme çalışmasına simüle edilebilir. STK yöneticiliği bir gönül işi ve beceri konusudur. İklimlendirme sektörünün STK’larını oluşturan gönüllü arkadaşları selamlamak istiyorum ve onlara; ”sizin akıl sağlığınıza, adaletinize, enerjinize çok ihtiyacımız var, kolay gelsin” diyorum.

 “Bilen adam” değil, “öğrenen adam” olmak…

Öğrenen organizasyon, bilen organizasyondan çok daha ileri gidebilir. Bilen organizasyonlar olduğu yerde sayar. Öğrenen adam olmayı tercih edelim. Rahmetli Erdoğan Atakar abimiz, TTMD’deki bir konuşmasında “çocuklar öğrenen insanlar olacağız, bilen adam olmayacağız” demişti. Bunu kafama kazıdım. Bilen adama bir şey anlatmak çok zor. O herkese her şeyin doğrusunu anlatıyor. Ama doğrular değişiyor, her gün bazı doğrular yanlışa çıkıyor, yeni doğrularla yer değiştiriyor. Varlığımızı sürdürebilmek, yenilenebilme yeteneğimize bağlı. Bu ise öğrenmeye açık oluşumuza…

İyi mühendis olmak yetmez, ekonominin terminolojisine hâkimiyet gerek

Sektörümüzün ekonomi kavramları ile bağı çok güçlü değil. Liberal ekonominin temel kurallarını kullanmadığımız için hata yapabilen bir sektörüz. Firma kayıplarımızdan bunu görüyoruz. Bunun için ekonomik kavramları çok iyi öğrenmek gerekiyor. Bir organizasyon paydaşlarına üretebildiği katma değerle doğru orantılı olarak “değerli” algılanıyor. Bu paydaşlar; çalışanlar, devlet, tedarikçiler ve sermayedarlardır. Eğer şirket, kâr etmezse bunlardan hiç birine faydalı olamaz. Kâr, bir şirketin kuruluş amacı, varlık nedenidir. Ama nedense bizde negatif bir izdüşümü var. Müşteriler “bu işten de kâr etmeyin” diyebiliyor ve siz “kâr gözetmeyen ticari faaliyet” diye bir şey olabilir mi diyemiyorsunuz.

1981-2001 aralığı benim birinci dönemim, sonrası ise ikinci dönemimdir. İlk dönemde tam bir mühendis tavrı gösterdim. İşi yapmak, ne olursa olsun işi bitirmek, müşteriyi hiç üzmemek adına her dediğini yapmaya çalışmak, gerekirse kâr etmemek… Bunun iyi bir şey olduğunu sanırdım. Bu tavır, farkında olmadan ilkesizliğe de götürüyor. İkinci dönemde ekonomik kavramlar üzerinde kendimi geliştirecek eğitimler almaya başladım. Şu an geldiğim noktada çok iş yapmanın çok para kazanmak anlamına gelmediğini öğrendim. Yaptığınız işi çok iyi yapmanın sizi belli bir başarıya ulaştırabildiğini gördüm. Artık üretici ile tüketici arasındaki mesafe kısalıyor. Üretici ile tüketici arasında para kazanan aracı noktalar her gün erozyona uğruyor. İnsan hayatı, tercihlerinin entegrali değil midir? Bu tercihleri yaparken salt mühendisçe bir yaklaşımla değil, ekonomik kavramları da karar sürecine dahil etmek gerekir.

Komponentlerde “yerli” oranı artmazsa, ihracat artar ama ithalat da…

Komponentleri ithal ettiğimiz sürece ihracatımızla birlikte ithalatımız da artıyor. Güçlü yerli üretici varsa, yerli ürünün kullanılması konusunda kararlar alınması doğru, aksi halde ithal etmeye mecbur oluyoruz. Bu nedenle komponentçilerin güçlenmesinin onlara önemli fırsatlar sunacağına inanıyorum. Onlar güçlenmeden ihracatımız güçlenemez. Komponentçilerin, komponentlerin yanı sıra bitmiş mamule soyunmamaları gerekli. Hal böyle olunca aslında satış yapacakları firmalarla bir rekabet ilişkisi yaratıyor.

Güven kültürü…

Systemair ile birlikteliğimiz sürecinde İsveç’lilerin ticarete bakışını da yakinen gördüm, yaşadım. Ekonomi kavramlarına hakimiyet, rasyonel bakış açısı, müşteri gereksinimlerini karşılayan olabildiğince basit, kullanım kolaylığına sahip, kullanıcı dostu olmayı hedefleyen üretim… Bu özellikler, Systemair ile ortak noktalarımız olduğu için çok ciddi uyum sorunları olmayacağı, her iki tarafın da öngörüsü idi. Onların bir ticari ilişkide gözettikleri ilk koşulun “güven” olduğunu gördüm. Biliyorsunuz küresel güven endeksinde kuzey Avrupa ülkeleri üst sıralarda yer alıyor. İlişkilerinde güveni esas alıyorlar. Sürdürülebilir tüm ilişkilerin odağında da güven olması gerekmiyor mu? İsveç’teki merkezlerinde CEO’nun odasına gidin, bakın; kurum kültürünü yansıtır. Egoya dayalı olmayan, gösterişten uzak, yalın bir duruşu benimsediklerini görürsünüz. Bunlar bizim uyum sürecimizi kolaylaştırdı. Zira verimlilik, sadelik, güvene dayanan ilişkiler tesis etmek, sürdürülebilirlik kavramları, bizim de şiarımızdı.

Neden sektörel çalışma?

Rakiplerimiz (rakipdaşlık), çalışma alanımızın önemli bir halkası. Bu açıdan sektörel çalışmaları kutsal bir görev olarak algılıyorum. “Sektörüm güçlü ise ben de güçlüyüm” ilkesi oldukça önem arz ediyor. Biliyoruz ki ülkemiz dışında rakiplerimizle, aynı bayrağı taşıyoruz. Yani ortak noktamız çok güçlü. Bilgimizi, birikimimizi sakınmadan paylaşmaktan yanayız. Ekonomik büyümenin paylaştıkça geliştiğine inanıyorum. Ancak sektörel çalışmalar özgürlük kavramı gibi algılanmalı ve “biz olmak” hedefinden sapılmamalıdır.