Header Reklam
Header Reklam

ERDOĞAN ATAKAR’la;

05 Mart 2003 Dergi: Mart-2003
ERDOĞAN ATAKAR’la;

"1933’te Adana’da doğmuşum. 1/4 Kürt, 1/4 Arap ve 2/4 Türkmen kökenliyim. Bunların içinde kendimi en çok Türkmenliğe yakın hissettim, kıvandım Türkmenliğimle. Melez olmanın avantajları da var galiba. Farklı renkler, dokular kazandırıyor insana.’


ANIMSIYORUM...

Orta halli bir ailenin çocuğu idim. ‘Orta halli’ olmamızı amcama borçluyduk. Amcam evlenmemişti. Mezbahada idareciydi. Almanya’ya yüksek tahsili için gitmiş, 1.Dünya Savaşı nedeni ile geri dönmek mecburiyetinde kalmıştı. Amcam hayatımda çok etkiliydi. Tüm ailem ve çevrem üzerinde de etkili olmuştu. Remzi Kitapevi’nin yayınlanan tüm kitaplarını, amcamın kütüphanesinden takip edebildim. 1960’ta öldü. Bugün, bakıyorum, aile büyüklerimden kimse hayatta değil, en yaşlısı benim ailemin.

Bahar başladığında bağa giderdik. Haziran sonuna kadar bağda meyveler toplanmış olur, yaylaya çıkardık. Yazın oradaki yemişler olgunlaşır, bir süre de orada kalırdık. Adana’da ilkokula başladım. Okulla evimiz karşı karşıyaydı. Annem gezmeyi çok severdi, evde hiç oturmazdı. Babaannem, çok muhterem bir kadındı ve benim için çok çok özeldi. Kişiliğimin, bendeki ‘iyi’nin en çok ondan aktarılmış olacağını düşünmüşümdür hep. Babaannem, okuldan öğle tatiline çıkacağım zamanı pencerelerde bekler, irişkin hazırlardı. İrişkin derdik sucuğa. Her eve giren bir şey değildi irişkin. Severdim. Ama en çok irişkini mi, babaannemin hazırladığı irişkini yedirebilmek için beni sevecen bir telaş içinde bekleyişini mi? Anılarda duyguların tadı daha ağır basar ya... Annem sert bir kadındı. Adana’da hep öyleydi zaten. Kadınlar, ilk gençliklerinde kocalarının zulmüne maruz kalırlardı. Kocaları dost tutar, gece yarıları eve sarhoş gelirler, karılarını döverlerdi. Varlıklı ailelerde durum biraz daha iyiydi, ama genelde böyleydi. Sonra kadın 40-45 yaşlarına geldiğinde, evde hakimiyeti ele geçirir. 45 yaşına geldiğinde kadın, alırdı adamı ayağının altına. 55 yaşında erkek ölür, kadın ardından bir 15 sene daha yaşardı. Annem de babamın ardından 14 sene yaşamıştı. Adana’da genellikle böyleydi. Belki de tüm Türkiye’de, hatta tüm az gelişmiş ülkelerde de böyle oluyordu.

Mayıs ortalarında okul tatil olur olmaz, bağa giderdik. Daha okul tatil olmadan bağa gitmiş isek, ben okuldan çıkışta doğrudan bağa giderdim. Bir eşeğim vardı. Onunla bağa giderken, ortaokulun yakınlarında, halamın evine bağlardım eşeğimi. Yaylaya ev yapılınca eşeğin fonksiyonu kalmadı. Eşeği sattılar, bana rağmen... Bir gece bağa geldi eşek. Beni arıyordu. Ardından da yeni sahipleri geldiler; eşeği almaya. Bugün bile gözümün önünden gitmez; o yalın bağlılık ve itirazsız, çocuk çaresizliği içindeki ayrılış...

Bağdan haziran sonunda yaylaya geçerdik. Oradaki topraklarımızda meyveler yoktu; ağaçlar, yeni dikilmişti, fidandılar.

‘Karanlık her sokaktaydaydın gizli her köşedeydin

Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.

Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman

Sen tutar kendini incecik sevdirirdin

Bir umuttun bir misillemeydin yanlızlığa


Yalnız aşkı vardır aşkı olanın

Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan

Sen yüzüne sürgün olduğum kadın’

.....


(Cemal Süreyya-ÜLKE şiirinden)

ÜNİVERSİTEYE ve SANATA ve AŞKA GİRİŞ...

Sonra üniversite yıllarım başladı; İTÜ’ye geldim. Tatillerde, Adana’ya gidiyordum önceleri. Bir-iki yıl geçtikten sonra aşık oldum, Adana’yı unuttum. Mimari talebesi idi sevgilim. 1953-54 yıllarında bir dergi çıkartıyorduk; ‘Diyelim’. Folklor Kolu başkanıydım. Arkadaşımız Özdilek Erdem, İnşaat Mühendisliği talebesi, Edebiyat kolu başkanıydı. Deli dolu Ğdiyemem- doluydu da deli değildi galiba. Üçümüz de şiir yazıyorduk dergiye. ‘Diyelim’, Nurullah Ataç’ın bir kitabının ismidir. Ondan sıkı bir uyarı gelmişti. ‘Diyelim’, 5-6 sayı çıktı; sonra paramız bitti. Daha doğrusu Özdilek’in parası bitti. Sevgilimle bir oturma odası, bir yatak odası ve bir banyodan oluşan 50-60 m2 kocaman bir daire tuttuk. O büyük sevdamı yaşadığım evde, 1962 baharına, oğlumun doğumuna kadar oturduk. 1962’nin 22 Şubat’ında oğlum doğdu. Çocuk için daha sağlıklı olacağını düşünerek, Topağacı’na taşındık. Topağacı, o zamanların en gözde semti idi. Bunun için maddi yapımızın sınırsız olanaklar içinde olduğunu düşünmeyin. Eve bir perde takamamıştık mesela. Nitekim, 1-1.5 sene sonra, oradan ödeyemediğimiz kiralar yüzünden ayrıldık. Etiler’e geldik. O sıralarda eşim, mimari bir konkurda ikincilik ödülü kazandı; 20 bin lira. Bu para ile bir daire almasına karar verdik. 30 küsür bin liraya bir daire aldı. 18 bin lirayı buraya yatırdık, 20 bin lira gibi de borcumuz vardı. O maaşından ev taksitlerini ödüyordu, ben ev genel giderlerini karşılıyordum. Yani, çok şey vardı hayatımızda; güller de, dikenleri de... Hangi hayat dikensiz gül bahçesidir ki... Oğlumuz 5 yaşındayken ayrıldık. Bir süre sonra Adana’dan annemi, babamı, kızkardeşimi getirdim. Gayrettepe’de bir daire tuttum. Oğlum, benimle birlikte yaşamaya başladı. Hep düşündüm ve inandım: sevgi örselenirse, belki de daha çok dikkat gerektirir. Saygıyı yitirmemek, korumak gerekir.... Bir daha evlenmedim...

MEZUNİYET...

İTÜ Makine Fakültesi’nden 1957’de mezun oldum. Ama ‘56 mezunuyum’ derim soran olursa. Zira İTÜ’nün 56 mezunları ile 57 mezunları arasında çok büyük fark vardır. 56’da liseler iki seneye çıktı. 57’de liseler mezun vermedi. O yıl mezunlarının ilgileri, kültürleri farklıydı. 9.sırada girdiğim okulumu şiirin karşı konulamaz freni ile, 56’da mezun olmam gerekirken 57’de gecikmeli olarak bitirdim.

İŞ YAŞAMINA ŞANSLI BİR BAŞLANGIÇ; SUNGURLU KAZAN SANAYİ

56 senesinin 25 Aralığında Sungurlar’da işe girdim. Sabahattin Sunguroğlu, Robert Kolej’de okumuştu. Taşrada varlıklı bir aileden geliyordu. O yıllarda Robert Kolej’in son sınıfına kadar Türkiye’de okurlar, son sınıfı Amerika’da bitirirlerdi. Yani o yıllarda yurtdışında tahsil görmüş, seçkin bir adamdı Sabahattin Sunguroğlu. Zaten, o yıllarda İstanbul’da Sunguroğlu, Ankara’da Selnikel vardı kazan sanayinde. Sabahattin Sunguroğlu, gençlere çok olanak tanırdı. O zamanlar Zonguldak Ereğli’de lojmanların ısıtma tesisatlarını yapıyordu. Anuş Tekin Tokgöz ağabeyimiz, Sungurlara benden 6 ay önce girmişti. Oraya, Karayolları’ndan gelmişti. Bizden daha iyi biliyordu, daha tecrübeliydi. Anuş Ağabey ile tecrübelerimizi paylaşıyorduk. O yıllarda mekanik tesisat alanında büyük bir uzmanlık söz konusu değildi. Sabahattin Bey’den rica ederdik. Almanya’dan kitaplar getirtirdi bize, şevkle okur, yararlanırdık. 1960’da ayrıldım Sungurlar’dan.

SERBEST TİCARETTE 3 YIL...

Sungurlar’da çalışan Nihat Ogan isminde Ğbugün rahmetli-, yüksek öğretmen okulu mezunu bir ağabeyimiz vardı. 12 bin lira sermaye koydu, bir şirket kurduk. O, Sungurlar’da, içerde kalacak, ben dışarıda çalışacaktım. 1 Ocak 1960’ta şirketi kurduk, 27 Mayıs’ta ak devrim oldu. Üç sene boyunca taahhüt yaptık. Daha ziyade Sabahattin Beyi’in amcasının oğlu Selçuk Sunguroğlu’nun inşaatlarında çalıştık. 1963 sonunda, Selçuk Sunguroğlu ile birlikte biz de iflas ettik. Selçuk Sunguroğlu’nun iflası, intiharına yol açmıştı. Dışarıdaki şartlara intibak edemeyişimiz, tecrübesizlik, iflasımıza neden oldu. Nihat Bey benden 15 yaş büyüktü. Nazik bir İstanbul efendisi, bense deli dolu, girişken bir Adanalıydım. 1963 sonunda, 110 bin lira borçla karşı karşıya kaldık. Bu sonuçta Nihat Bey’in hiçbir kabahati yoktu. ‘Nihat Bey’, dedim, ‘Bu senin borcun değil; benim borcum. Üç yıllık faiz oranını 12 bin liraya ekleyelim, bu parayı bana borç vermiş ol, sana bu parayı ödeyeyim, sen git’. Çok memnun oldu. Zühtü Kestek isminde başka bir bey ile ortak oldu, kendi yoluna gitti. Ben de alacaklıları dolaştım. Hepsi faizsiz müddetler tanıdı. En büyük alacaklım da 20 bin lira ile Sunguroğlu. Sunguroğlu, çok muhterem bir insandı. Kendi kadrosunda çalışan adam, yanından ayrılıyor, o, yardım ediyor. Adam ona 20 bin lira borç takıyor; Sabahattin Bey hala yardım ediyor. Ne yazık ki öyle insanlar kalmadı. On beş yıl proje yapıp taahhüt borcumu ödemeye çalıştım. Proje geliri ile yani, yüzde yüzü emek ile taahhüt borcu ödemek, neredeyse imkansız bir işti. Yetmişli yılların sonuna kadar borç ödedim.

PAKMAYA’DA FABRİKA MÜDÜRLÜĞÜ ZAMANI...

Sanırım 1970 yılıydı; İsmail Sayar, Mustafa Nevzat İlaç Firması’nın taahhüdünü yapıyordu. Ben de şantiye şefiydim.Mustafa Nevzat İlaç Firması’nda yetkili ortak olan Dr.Engin Pak, İzmit’te Pak Maya fabrikasını tesis etmişti. Bu süreçten haberim olmamıştı. Ancak fabrikayı işletmeye aldığında, tesisatta bir takım aksaklıklar çıkmıştı. Beni aradı. Tetkik ediyor, teklif veriyordum. Kabul ediliyor veya red ediliyordu. Ardından başka bir, bölümü tetkik ediyordum. Pak Maya’da fabrikanın müdürü, Engin Pak’ın kızkardeşinin kocasıydı, harika bir adamdı. Herkese itimat ederdi. İyi niyetli, ‘baba’ bir adam. Bir gün kalp krizinden vefat etti. Fabrika yönetimini bana teklif etti Engin bey, kabul ettim. Engin Pak’ın İzmit’teki fabrikasında, benim altımda 4 yönetici vardı. Cumartesileri, biz, beş kişi, Engin Pak’ın ziyaretlerini bekler, talimatlarını alırdık. Bir dönem sonunda diğer dört müdüre Cumartesileri izinli olduğunu söyledim. Cumartesi günü gelip de diğer müdürlerini göremeyen Engin bey, çok sinirlendi. ‘Ben bu fabrikanın müdürüysem, bana talimat verirsiniz, ben yerine getiririm’dedim. Bir yıl Pak Maya’da fabrika müdürlüğü yaptım. Sonra....sonrası bildik son; anlaşamadık, kovulduk.

CEVAT AYDIN, DOĞAN TEKELİ ve AYDINKENT PROJESİ...

Yalova’da Aydın Kent yapılırken, beni bir Ermeni usta tavsiye etmiş. Onun tavsiyesi ile beni buldular. Ne yazık ki adını anımsayamıyorum; hayatta ise beni affetsin... Aydın Siteleri’ni yapan Cevdet Aydın Ğsonraları DYP Yalova milletvekili iken ölmüştü-taşra ağası, dediği dedik bir adamdı. Pek anlaşamazdık ama, her zaman, işini iyi bilen biri olduğunu düşünürdüm. Onun Mehmet Aydın isimli bir ağabeyi vardı. Tam birbirlerinin zıttı iki insan. İnşaat Mühendisiydi, Avrupa’da tahsil görmüştü. Kardeşinin işlerinin teknik kısımları ile ilgileniyordu. Çok medeni bir adamdı. Şantiyede onunla muhataptık, rahattık. Ama yazıhaneye geldik mi, Cevdet Aydın vardı karşımızda. Bende büyük hakkı olduğunu düşündüğüm mimar Doğan Tekeli ile bu işte tanıştım. Sonraları, büyük işlerin çoğunluğunu onunla birlikte yaptık. Doğan Bey, tanıdığım en iyi mimardır. Sami Sisa onun ortağıydı, sınıf arkadaşıydılar. Sami Bey’le de yıllarca çalıştık. İki sene önce rahmetli oldu.

CİTİBANK PROJESİ... RÜKNETTİN KÜÇÜKÇALI İLE TANIŞMA...

1980’li yılların başları idi. Bir adam aradı, benimle tanışmak istediğini söyledi. Nedenini sorduğumda, ‘bir projesinde 83 kazan kullanan bir projeciyi tanımak isterim’dedi. Aydın İnşaat’ın bir villa projesinde, bir kazan kullanmıştım. Onu, 83 kere tekrarlamışlar. Kontrolluğunu yapmamıştım. Rüknettin Bey’in sözünü ettiği 83 kazan; bu kazanlardı. Geldi, tanıştık, Rüknettin Küçükçalı ile...

Sonraları, yine 80’li yılların başlarında, Citibank Türkiye’ye geldi. Citibank’ın mimarı, Doğan Bey’in ortağı Sami Sisa idi. (Kendisi ile barışıklığı, mütevazılığı yüzünden belki, hep Doğan Beyi’in ortağı diye anıldı Sami Bey. Halbuki Doğan ve Sami Beyler diye konuşmak lazım.) Citibank, Maçka Oteli’nin karşısında bir binanın 2,5 katını kiralamıştı. Bölmeleri yıkılacak, ihtiyaca göre tadil edilecekti. Sami Bey’le birlikte Citibank’ı yaptık. Bankanın mümessili olarak inşaat grubunda Neşe Bey vardı. Çok hoş bir adamdı. İktisat Bankası Genel Müdür Muavini oldu sonraları. Neşe Bey’le üç firmadan teklif istedik. Alarko, Form ve Teba. Alarko, ‘taahhüte girmem, müteahhit teklif edebilirim’ dedi. Önal Ulusoy’u önerdi. O yıllarda Önal Ulusoy’u, -okulda benden sadece bir sınıf küçük olmasına rağmen- tanımıyordum. Bir de Rüknettin Küçükçalı’yı önermişlerdi. Neticede bu üç firmadan teklif aldık. İlk etapta en yüksek teklif, Isısan’a ait olmakla birlikte, görüşmelere çağrıldıklarında en yüksek indirim de Isısan’a aitti ve Citibank’ın işini Rükneddin Küçükçalı yaptı. Ben asgari malzemeyle iş yapmaya alışmışım. ‘Şunu da koyalım’ değil, ‘bunu da koymayalım’ mantığına alışkındım. Rükneddin Bey’in o yıllarda klima bilgisi benden iyiydi. Çok iyi öneriler getirdi, Citibank’ta çok iyi iş çıkardık. Ondan çok şey öğrendim.

GÜZEL İZMİR HAN’DAN GÖÇ ZAMANI...

Rüknettin Bey, bürosunun olduğu Barbaros Bulvarı’na ofisimi taşımamı teklif ettiğinde bürom, Karaköy’de Güzel İzmir Han denilen bir hanın en üst katındaydı. Samim Tansal isminde elektrik müteahhidi bir ağabeyimizin hanı idi. Kira toplamada kardeşi ile muhatap olurduk ve pek anlaşamazdık. Kira ödemede sıkıntı çektiğimiz dönemler de olurdu. Nitekim, birkaç aylık kirayı ödeyemedik. Samim Ağabey’e; ‘kirayı ödeyemedik, beni bağışla. En kısa sürede ofisi boşaltacağım’ dedim. Üzülerek ‘peki’ dedi. O günlerde arkadaşım Suavi Barutçuoğlu, büroyu birlikte kullanmayı teklif etmişti. O zaman göremedim ama, sonraları bana yardım olsun diye söylediğini düşündüm. Bir de arkadaşı vardı; Ferit Öngören, karikatürist. Gelir masaya oturur, gün boyu karikatür çizerdi. Çok iyi bir karikatüristti. Suavi’nin o müdahalesi ile orada kalabilmiştik. Ama Rükneddin Bey’in teklifi daha ağır bastı. 1983 yılında Karaköy’den Barbaros Bulvarı, zemin kat, 42/1’e geçtik. Orada icra-ı sanat etmeye başladık. Birkaç yıl sonra aynı binanın üçüncü katında, çok muhterem bir İstanbul Hanımefedi’sine ait bir ofis kiralıktı. Hanımın Aksaray’daki evine gittim, konuştum. O ofisi kiraladım. Çiçekler getirirdi ama, asansör olmadığından 3.kata, büroma çıkamazdı. Büronun yeni halini göremeden aramızdan ayrıldı.

TÜRKİYE’DE TESİSAT PROJECİLİĞİ...

80’li yıllardaki kararname ile sektör iyiye gitti. Projecilerin payına düşen yüzdeler düzeltildi. Ama biz tesisat projecileri bunu istismar ettik. Yapı yatırımının %2.5, 3 veya 4’ü projedir. Batıda % 5’tir. Bizde %2.5, yaşanabilir bir orandır. Ama bunu kıra kıra %1’e kadar indirdiler. Genellikle proje işi, mimarın patronajında yapılır. Mimarlar, alt kadrolarına-alt kadro diyoruz ama aslında eş kadrodur- ne kadar kırabilirlerse kar sayarlar. %15 kırarak işi alırlar, %50’sini mühendislere verirlerdi. Oranlar genelde şöyledir; Mimar pay olarak 100 alırken, statiker 75 alır, tesisatçı 50 alır, elektrikçi 37.5. Sonra, inşaat mühendisliği bilgisayara geçti. Bilgisayar programlarıyla çok daha az zaman harcayarak işlerini bitiriyorlar. Elektrikçi ve tesisatçının hesap işi ise arttı. Tesisatçı, eskiden sadece ısıtma yaparken sonra klima, yangın, otomatik kontrol gibi konuların eklenmesi ile daha karmaşık projeler üretmek zorunda kaldı. Proje emeği de arttı. Bu durum, sektöre ve oranlara yansımadı. Mimarların bu trende uyumlu yaklaşım göstermemeleri, branşımıza ilgiyi azaltabilir. Rasyonel, adil bir mimarın ko-operasyonunda çok rahat çalışılabileceğini sanıyorum. Statikerlerin büyük büroları var. 20-30 kişi çalışıyor. Tesisat projecileri, çoğunlukla 10 kişi ile bile çalışamıyor. Onların işi bizden daha sade, kolay, karlılığı bizden yüksek. Elektriğin de işi arttı. Elektronik işin içine girdi. Hi-tech kullanılmaya başlandı. Bu nedenle onların istihkakı arttı. Biz en düşük keşifle, en düşük parayı alan kesim haline geldik. Elektrikçilerle aramızdaki % 37.5 - 50 dengesi bozuldu. Projecilerimizde de gerçekçi bulmadığım bir yön var: Hi-tech diye diye batıda gördüğü her şeyi projeye koyuyor. Sen kişi başına düşen milli geliri 3 bin dolarlık bir ülkesin, onlar 30 bin dolar. Bu gerçek, bir kriter olmamalı mı? Projenin ve projecinin verimi ‘en Hi-tech’ teknolojileri önermesi ile mi ölçülmeli? Ayrıca, bir proje yaparken birkaç faktör vardır. ‘Sen ne kadar biliyorsun’ bir kriterdir. ‘Ne kadarını kağıda, projeye geçirebiliyorsun’ ikinci bir kriter. %100’lük bilen bir adam, bilgisinin % 50’sini kağıda geçiriyorsa, % 50 bilen ve bilgisinin %100’ünü de kağıda geçiren adamdan ne farkı kalır? Kağıda, projeye intikal etmeyen bilgi ne işe yarar? Sadece egosunu tatmin eder. Kağıda geçmeyen bilgi hayata da geçmiyordur. Ben insanları iş alış, iş yapış tavırlarında ikiye ayırıyorum; Kendini önemseyenler, işini önemseyenler. Ben işimi önemsiyorum, saygı duyuyorum. Al-