Avcı Architects Kurucu Ortakları Selçuk Avcı ve Burak Ünder: 'Disiplinler arası birlikteliğin gerçekleşmesi için önce ortak bir dil oluşturmamız gerek'
Uzun vadede elde edilecek sürdürülebilir başarıyı, kısa dönemde hızlı kazançtan üstün tutmalıyız
Türkiye’de artık herkesin cümle içinde rahatça kullandığı ama anlamına göre hareket etmediği bir kelime “sürdürülebilirlik…”
Gerek bir imar planında gerekse bir ürünün tasarımında ana değer olarak benimsenmesi gereken sürdürülebilirlik, ne yazık ki ülkemizde kusurları örtmek için kılıf olarak kullanılıyor. Neticede ardına saklandığımız kılıftan kafamızı çıkarıp baktığımızda da ortaya çıkan beton yığınları, yapılan hataları yüzümüze vuruyor. Sürdürülebilirlik kelimesi, sanki yalnızca ekolojik bir anlam içeriyormuş gibi kullanılıyor ama bu kelimenin taşıdığı anlam sadece bu değil… Asıl sürdürülebilirlik, bugün yaptığımız her şeyi gelecek nesilleri hesap ederek yapmamız gerektiği bilincidir. Bu bağlamda sürdürülebilirlik, uzun vadeli düşünmek olarak da özetlenebilir. Sürdürülebilirlik kavramının ardında üç temel prensipten bahsetmek mümkündür. 3E olarak adlandırabileceğimiz bu prensipler Etik, Ekolojik, Ekonomik kavramlarını içerir. Bu 3E Prensipleri’nin en üstüne ‘Etik’ kavramı yer alır. Çoğu insan sürdürülebilirliği sadece, enerji verimliliği ile ilişkilendiriyor. Fakat ‘sürdürülebilirlik’ her şeyi, tüm yaşam tarzımızı içine alan, total bir kavram. Bunun en üstünde gelen şey de insan. Etik; toplum içinde davranışlarımızı, insanlarla, kültür, yaşam biçimleri ve tüketim ile olan ilişkilerimizi tanımlar. Bu anlamda içinde hareket ettiğimiz topluma duyarlı bir şekilde davranmamız gerekir. Yani yıkmak yerine geliştirmek, tek bir akıma uydurmaktansa, çeşitliliğin ve farklılıkların bir arada bulunabilmesini desteklemek. İçinde bulunduğumuz durumu, bu durumun içindeki rolümüzü ve yapmak üzere olduğumuz işi değerlendirmek için daha çok vakit ve enerji harcamamız gerekiyor. “Ekoloji” ile kast ettiğimiz, içinde yaşadığımız ortamı, doğayı, doğanın sürdürülebilirliğini korumaktır. Son olarak yaptığımız harcamaları, verdiğimiz ekonomik kararları yine bir sonraki nesiller için verdiğimizi devamlı hatırlamamız gerekiyor. “Ekonomi”, karşılıklı fayda ve finansal açıdan gelecek vaat etme esasına dayanır. Karşılıklı kazanç prensibini benimsemediğimiz ve birinin kazanması için bir diğerinin kaybetmesi gerektiğine inandığımız sürece, içinde bulunduğumuz kapalı sistemlerde her zaman zarar ile karşılaşılır. Yaptığımız yatırımların devamlılığı olduğundan emin olmalı, uzun vadede elde edilecek sürdürülebilir başarıyı, kısa dönemde hızlı kazançtan üstün tutmalıyız. Bu 3E’nin dengesini her projede kurmamız şart. Şu anki gidişata bir göz atarsak; gelişme pek cazip görünmüyor… Bu süreçte hiçbir şey yapmazsak, karbon salınımları ve dünyadaki ısı artışı hiç kimsenin tahmin edemeyeceği seviyelerde yükselme gösterecek. Hiç kimse gelecekte ne gibi bir senaryoyla karşılaşabileceğimizi kavramış değil ne yazık ki. Bu dengenin bozulmasını İngiltere üzerinden düşünecek olursak, İngiltere’nin iklimi bu şartlar altında devam ederse yavaş yavaş Akdeniz iklimine kayacak. Tabii ki İngilizler çok mutlu; sahilleri sıcak olacak, güzel şaraplar yapabilecekler, denize girdikleri zaman donmayacaklar ama Türkiye de aynı orantıda Akdeniz’e inerse, durumumuz çok kritik olacak. Yani Türkiye’nin durumu kötü. Bu şaka değil, şu anda gerçekleşen durum bu. Dolayısıyla hepimizin çok büyük mesuliyetleri var. Bilhassa mimarların büyük mesuliyetleri var çünkü biz mimarlar, başkalarının düşüncelerini ve davranışlarını etkileme şansına sahip bir noktada duruyoruz. Çünkü çoğunlukla karar süreçlerinin başında yer alıyoruz. Bize verilen eşsiz rol, insanlar ve doğa arasındaki ilişkinin geleceğini belirlemek üzerine kuruludur. Bu müthiş bir sorumluluktur ve son derece ciddiye alınması gerekir.
Türkiye’de mimarlar ve mühendislerin ortak bir dili yok
Biraz geçmişe bakarsak; mimari açıdan yaklaşımlarımız doğayla uyumlu. Sürdürülebilirlik anlamında dünyada birçok örnek görebiliriz. Buna ülkemizden en güzel örnek, Harran Evleri. Harran Evleri’nin sırrı gün ışığında, tamamen doğayla iç içe, doğanın şartlarına göre şekillendirilmiş bir mimarlık tarzı. Mimarlar olarak bu gibi örneklere iyice göz atmamız ve yüzeysel olmamamız gerekiyor. Mühendislerin tesisatlarını azaltmasını istiyoruz dediğimizde, işte tam olarak bundan bahsediyoruz. Çünkü Harran Evleri’nde doğal bir iklimlendirme sistemi var; mekanik bir eleman yok fakat çok rahat bir şekilde yaşanabilecek, “konforlu” bir mekân var. Binlerce sene evvel bunları başarmışız, fakat şimdi neticede yapabildiğimiz şey sadece yan yana betondan ibaret. Ne kadar utanç verici değil mi? Sadece Türkiye’de değil elbette, dünyanın her tarafında durum bu. İşin kolayına kaçılıyor, kafa yormaktansa günü kurtaracak çözümler tercih ediliyor. Türkiye’de herkes bina yapabiliyor ne yazık ki. Herkeste bir “Hallederiz” mantığı var. Bakış açısı böyle olunca, en çok zararı kendimize veriyoruz.
Ülkemizde mimarlar ve mühendislerin ortak bir dili yok. Yaşadığımız pek çok sorunun kökeninde evvela bu problem yer alıyor. Arzumuz; entegre bir şekilde çalışarak, kâğıt daha bembeyazken mühendisleri sürece dahil etmek. Mimarların ideali; mekanikçileri, elektrikçileri, statik mühendislerini göz ardı etmek değil. Fakat Türkiye’de bunu uygulamak bir hayli zor; çünkü temelde eğitim sisteminin revize edilmesi ile işe başlamak gerekiyor. Türkiye’deki profesyonel gruplar, entegre tasarım kavramını yeni yeni keşfetmeye başladı. Entegre tasarım fikri, güncel konular arasında ama bunu layıkıyla yapan çok az kişi var. Yapılması gereken şey; mühendislerin mimarlar ile okul sırasında çalışmaya başlamaları. Çünkü insanlar ancak iş hayatına girdikten sonra entegre tasarım ile tanışıyorlar ve haliyle bu kavram onlara yabancı geliyor. Birbirimizi anlamıyoruz, çünkü ortak bir dil oluşturamamışız. Mimarların ve mühendislerin daha okul sırasında beraber çalışmaya başlaması olası birçok sorunu önler. Bir defa bir beyin birlikteliği olur çünkü mühendisler çok değerli görüşlere sahiptir. Mimar hayalle, mühendis gerçekle uğraşır. Mimar bir şeyi tasarladıktan sonra, beynin gelip de “Bu olmaz, şöyle yap” demesinin bir anlamı yok. İş işten geçmiş oluyor. Tasarım aşamasında birlikte hareket etmek lazım. O rasyonaliteyi, hayal gücü ile bir araya getirmek gerek. Tanıdığımız bir sürü mimar bu şekilde çalışıyor; Frank Gehry, Zaha Hadid, Nicholas Grimshaw, Norman Foster gibi... Avrupa’da bunun dışında bir düşünce tarzı yok zaten. Kaldı ki mimarlık da gerçekle uğraşan bir disiplin. Hayal etmek gerçek olmayacak anlamına gelmiyor. Bizim yaptığımız şey gerçek. “Biz önce yapalım sonra gelsin diğeri yapsın” demek çok yanlış. Her şeye beraber başlamak gerekiyor. Evvela mimarların mühendisleri teşvik etmeleri, bu diyaloğa dahil etmeleri lazım. Mühendislerin de artık uyanmaları, gerektiği zaman karşımıza geçip “Bu olmaz” demeleri lazım.
Türkiye, sürdürülebilirliği henüz hazmedemedi
Türkiye’de özellikle son yıllarda artan yeşil bina sertifikasyonlarına talep, disiplinleri zorunlu bir birlikteliğe nadiren itiyor. Çünkü LEED ve BREEAM not alma kavramıyla düzenlenmiş birer sertifika sistemi. Yani puan gerekiyor ve o puanlar birçok yönden gelebiliyor. Paspası üç metre yapmak bile puan getirebiliyor. Puan var mı var ama bina berbat. Türkiye, sürdürülebilirliği, doğru tasarım anlayışını, tasarımın felsefesini henüz hazmedebilmiş değil. Bu kavram biraz tepeden inme girdi ülkemize. Doğal olarak da sektör el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyor; bu süreçte de kötü uygulamalar ortaya çıkıyor. Yeşil bina derken çatışı yeşil olan, “yukarıya fotovoltaik paneller takarız, su ısıtma tüpleri koyarız” gibi teknolojinin çok kolay ulaşılabilir imkânları ile listedeki puanları tik ederek, sürdürülebilirliğin sağlanabileceğine inanmaya başladı insanlar, böyle bir yanılsama oluştu. Orada filmi geri sarmamız gerekiyor. Evet ekolojik açıdan birtakım hoşlukları var ama totalde sürdürülebilir değil. Mesela Almanlar bunu kavradılar ve sertifika sistemlerine ‘sürdürülebilir’ kelimesini koydular. Yani o kavramın içinde toplumsal ve sosyokültürel konuların olması gerektiğini kavradılar. O dengeyi etik açıdan ve ekonomik açıdan da bulmak lazım. Bir şey yapılırken, onun daha sonraki ömrü düşünülmeden yapılırsa, ortaya çıkan şey ne kadar ekolojik görünse de sonuç öyle olmuyor. Estetik de sürdürülebilirliğin bir parçasıdır. Yaptığımız binaları yıllarca kullanacağımızı hesap etmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında mevcut binaların % 90’ının yıkılması gerekiyor. Yüz yıl önce muhteşem bir siluete sahip olan İstanbul, bugün bir beton yığınına dönmüş durumda… Bunun önüne geçilebilmesi için mimar ve mühendislerin sorumluluğu büyük.
Bütünleşik tasarım ile birçok problem ortadan kalkacaktır
Entegre tasarım için çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları var ama etkili bir şekilde yapanların sayısı az çünkü bu kavram henüz çok taze. Hükümet içinde bu kavramı destekleyenler var. Bütünleşik tasarım kavramı artık TSE’de de oturdu. ÇEDBİK, bu konu hakkında ciddi çalışmalar yapıyor. Yaklaşık iki ay önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bir seminer düzenledi mesela, bu konu ile ilgilenen tarafları bir araya getirdi, workshop’lar yapıldı, görüşler alındı. Bütünleşik tasarımın ne demek olduğu yeni yeni anlaşılmaya başladı ama neticelerinin çok iyi olacağına inanıyoruz. Bu konuda yapılan çalışmalar, düzenlenen konferanslar ve bu çalışmalara katılımın artması çok önemli. Yine 20 Şubat’ta ÇEDBİK “Sınırları Aşmak” ana temasıyla bu konuda bir konferans düzenleyecek. Bu konuda kendileri ile ortak çalışmalarımız da söz konusu olacak. Bu anlamda yapılan-yapılacak her türlü çalışmanın hak ettiği desteği görmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Ücretler konusunda en azından bir alt limit belirlenmeli
Yapılan işlerin kalitesinin düşmesine sebep olan önemli unsurlardan biri de ücretler… Belli bir standardizasyonu olmayan, en alt seviyelere düşürülmeye çalışılan belirsiz bir ücret politikası neticesinde, profesyoneller yerine stajyerler ile çalışılmak zorunda kalınıyor. Bu da işin kalitesini düşürüyor. Bu konuda da bir ortak yaklaşım belirlenmeli. Mesela ücretler konusunda bir alt limit belirlenmeli ve asla bunun dışına çıkılmamalıdır. Her projenin kalitesini koruyabilmesi için en azından bir taban limitinin belirlenmesi gerekmektedir. Türkiye’de bir sürü uluslararası mimarın ofisi olması gerekirken çok az sayıda var; çünkü belirsiz ücretler, bu ofislerin de ülkemizde tutunmasını engelliyor. Mesela Norman Foster Türkiye’de açtığı ofisi kısa süre sonra kapatmak zorunda kaldı. Geçen günlerde Norveç Kralı’nın açtığı Norveç-Türkiye İşbirliği Konferansı vardı, orada Norveçli mimarlar gelip konuştular. Orada da mesajımız aynıydı: “Lütfen buraya gelin, nasıl yavaş yavaş iyi tasarım yapılacağını bize gösterin” dedik. Desteklememiz gerekiyor ki hem bize iyi bir müsabaka alanı oluşsun hem seviyemiz artsın hem de ücretlerimiz yükselsin. Çünkü ücretler artarsa biz daha iyi elemanlarla çalışabiliriz, daha iyi projeler çıkar ortaya...
Mühendislerin, mimarların, müteahhitlerin bir araya gelip aralarında bir konferans yapmaları, bu konuyu tüm detayları ile konuşmaları gerekiyor. “Yap gitsin” mantığını kırabilmek için ortak hareket etmek, herkesin ama en çok da geleceğimizin kazanacağı projelere imza atmamız şart.