“Görünen o ki bir ilerleme, bir gelişmekten bahsetmek de, yeterli olmadığını söylemek de mümkün”
Muammer Akgün… Yaklaşık 35 yılını Türkiye Isı Bilimi ve Tekniği, Kazan ve Basınçlı Kaplar alanında; bir profesyonel, akademisyen, yazar olarak geçiren, pek çok bilimsel araştırmada imzası bulunan uzman makine mühendisi… Kağıt üzerinde emekli olmuş Akgün, araştırmacılık, eğitimcilik, yazarlık, enerji konusunda danışmanlık çalışmalarını sürdürüyor. Muammer Akgün, ısıtma, kazan ve basınçlı kaplar sektöründeki yolculuğunu anlatıyor…
YTÜ’de akademisyenlikten Üniversal Kazan’a…
1965 İstanbul doğumluyum. İlköğretim ve lise eğitimimi İstanbul’da tamamladım. Mesleki becerilerimi fark eden bir öğretmenim sayesinde Teknik Lise sınavlarına girdim ve sınavı kazandım. O zamanlar Metal İşleri ve Torna Tesviye bölümü ilgi görüyordu, bu bölümde devam ettim. Sonra da Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Makine Mühendisliği Fakültesi’ne girdim. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerimi Yıldız’da tamamladım. Sevgili Hocamız Doğan Özgür’ün talebelerindenim. Doğan Hoca bizim idolümüzdü. Eğitimimde çok büyük katkısı vardır. Bir süre – Doğan Hocamın da yönlendirmesi ile- araştırma görevlisi olarak çalıştım. Doktora sırasında birtakım anlaşmazlıklar sebebi ile okulda kalmamaya karar verdim. Bu noktada Burhan Sungu hocam, meslek hayatımın yönlendiricisi oldu. Dedi ki “Oğlum sen basınçlı kaplar konusunda iyisin. Bizim kazancı bir arkadaşımız var. Ona git, selamımı söyle, onunla bir görüş isterim” dedi. Gittim. Karşımda Metin Bilgiç oturuyor. Birkaç dakika konuştuktan sonra bana dedi ki “Sen kitap gibi konuşmayı seviyorsun. Al sana beş tane kitap. Bunları incele; Pazartesi de gel, çalışmaya başla”. Günlerden Çarşamba ya da Perşembe’ydi… Pazartesi günü, Üniversal Kazan’da başladım çalışmaya. Emekli olana kadar da basınçlı kap sektöründe çalıştım. 1998 yılında başlamıştım Metin Bey ile çalışmaya; 2014 yılında da emekli oldum. O süreçte Metin Bey farklı bir yapılanmaya gitti. Adana’da mühendislik hizmetleri veren Barış Mühendislik firmasını ortak olarak bünyesine aldı. Üniversal Kazan basınçlı kap kısmını sürdürecekti onlar da tesisat kısmını. Böylece firmayı daha sürdürülebilir kılmak istedi Metin Bey. Ama umduğu gibi olmadı.
Benim de şirkette bir miktar hissem vardı. Bu sürecin başında Metin Bey’e yeni yapılanma içinde yer almak istemediğimi, söz konusu yeni yapılanma modelinin hedeflendiği gibi ilerleyemeyeceğini söylemiştim. Metin Bey’in o zaman da sağlık sorunları vardı. Ne yazık ki kanser ile uğraşıyordu. Benim de emeklilik hakkım gelmişti. O süreçte emekli oldum.
Daha Sonra Osman Metin Bey’ler Emel Kazan’ı İstanbul’dan taşırken, burada kalan işler için açık bırakılan ofis grubunda iki yıl çalıştım. Oradan ayrıldıktan sonra Makina Mühendisleri Odası İstanbul şubesi için kitaplar hazırladım, editörlük yaptım, sektör için makaleler yazdım. Ergun Gök Bey’in sayesinde BACADER’de genel koordinatör olarak çalıştım. Pandemi sürecinde yaşadığım sağlık sorunlarına kadar orada devam ettim, ama daha sonra geçirdiğim kalp krizi sebebiyle çalışmayı bıraktım. Ama duramadım; dışarıdan proje bazlı çalışmaya devam ediyorum. Kitap yazmayı sürdürüyorum. Hatta Metin Bilgiç Bey ile iddialaşırdık; “sen mi daha çok kitap yazacaksın ben mi?” diye. Metin Bey’in “Kazan Dairesi El Kitabı” diye bir kitap projesi vardı. Onunla ilgili de çalışmamızı tamamlayıp Oda ya da Vakıf üzerinden sektöre kazandırmak istiyoruz. Sahip olduğumuz bilgiyi paylaşmak gerektiğine inanıyorum. Bildiklerimizi toprağa götürmenin bir anlamı yok. Yazdığımız makalelerin bir cümlesi bile birilerine fayda sağlıyorsa ne mutlu.
Isıtma sektöründe, nereden nereye geldik ya da gelemedik?
Mühendislik açısından bakarsanız, mühendislik her geçen gün kötüye gidiyor diyebilirim. Ama makine ve malzeme teknolojisi çok ciddi bir hızla ilerliyor ve biz o hıza yetişemiyoruz. Türkiye’de bu hıza sadece yabancılarla çalışanlar ayak uydurabiliyor. Yabancılarla çalışıp onların disiplinini görmemiş, tabiri caizse “tedrisatından geçmemiş” kişiler, ülkemizde hâlâ kara düzen çalışıp bir şekilde varlıklarını sürdürmeye çabalıyorlar, ama olması gerekenin çok daha gerisinde kalıyorlar. Türkiye’deki firmalar genellikle aile şirketleri ve kurumsallaşma konusunda da çok başarılı değiller. Bu yüzden bir sonraki kuşağın şirketin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği muamma. Özellikle basınçlı kaplar sektöründe faaliyet gösteren birkaç firma var -ki bunlar yabancı firmalar ile birleşmiş durumdalar-, bir de çok büyük çaplı üretim yapabilen firmalar var bir iki tane; bunlar dışındaki firmaların büyük bir kısmının önümüzdeki 20 yıl içinde varlığını sürdüremeyeceklerini üzülerek söyleyebilirim.
Türkiye’de enerji ile ilgili belli, sürdürülebilir bir politikamız yok
Sistemi takip etmek, sürdürülebilirliği sağlamak gibi çalışmalarımız da yok. Türkiye neden özellikle yabancı menşeli ve küçük kapasiteli cihazların üretim cenneti haline geldi? Ve geçtiğimiz sene AB, özellikle konutlarda fosil yakıtlı cihazların kullanımını neden yasakladı? Bu bağıra bağıra geliyordu. Kimse yabancı firmalara “ülkemizde kombi fabrikası kurmayın, kuracaksanız başka bir ürünün fabrikasını kurun” demedi. Dünyanın küçük kapasiteli, atıl, kendi kapasitesinin yarısını kullanan cihazları Türkiye’de üretiliyor. Türkiye bugünkü fiyatlarla ağırlıklı olarak doğalgazı artık kullanabilecek mi, nasıl kullanacak onu da bilemiyorum. Ne yapılacak? Türki Cumhuriyetlere (onlarda gaz fiyatları daha ucuz olduğu için) cihaz satmaya devam edecekler. En büyük sorun, Türkiye’de bu konuda güçlü bir politikamız yok. İlgili kurumlar içinde, uygulanan standartlarda konunun uzmanlarından oluşan bir heyet, bilirkişiler yok. Bu yüzden bu konunun ucu hep açık kalıyor. Ülkemiz 10 yıl sonra, karbon ayak izi gerçeğinden yola çıkarsak, fosil yakıt kullanımını sınırlayacak ya da bırakacak kararlar alırsa, biz bu kombi fabrikalarını ne yapacağız? Burada çalışanların akıbeti ne olacak? Birçok AB ülkesinden dört kat daha fazla güneşten yararlanma kapasitesine sahip ülkemiz neden güneş enerjili sistemlere yeterince yatırım yapmıyor?
Üç sene önce yurtdışından uçakla İstanbul’a geliyordum. Cam kenarında yanımda oturan yabancı; camdan aşağı bakıp bana sordu: “Burası sanayi sitesi değil mi?”. “Evet”. “Çatılarda neden güneş panelleri yok? En azından fabrikalar kendi enerjisini bedava üretebilir.” Merak ettim, ne iş yaptığını sordum, Avusturya Enerji Bakanlığı’nda çalışıyormuş ve Türkiye ile Avusturya’nın enerji bakanlıkları arasındaki bir toplantı için Türkiye’ye gelmiş. Bu yüzden Türkiye’de geleceğimizi biraz karanlık görüyorum.
Çok büyük çaplı projeler var ama her geçen gün kazanan yerli üretici sayısı azalıyor
Daha önceki yıllara bakarsak müşteri talepleri ya da ticari anlamda iş yapış şekilleri arasında farklılıklar var elbette. Eskiden sektörde “söz senetti” ve insanların paralarını almakla ilgili hiçbir sıkıntı yaşamazdı. Sonra Avrupa’dan görüldüğü şekliyle iş yapış koşulları sözleşmelere, şartnamelere bağlandı ama güçlü olan taraflar sözleşme şartlarını yazarken, kendi lehlerine olacak şekilde maddelerle, işi mümkün olduğunca ucuzlatmanın yöntemlerini aramaya başladılar. Teknoloji ve olabilirlik, ikinci hatta üçüncü planlara atıldı. Kazan ve basınçlı kap sektöründe, günümüzde bile bünyesinde mühendis bulundurmayan üreticiler var. Dışarıdan imzalarla iş yapıyorlar. Sahipleri mühendis olmayan, yıllar boyu hatırla gönülle, ite kaka bugüne gelmiş kişiler var. Bunlar büyük çaplı projelere girdikleri an batacaklar; hiç şansları yok. Çok büyük çaplı projeler var ama her geçen gün kazanan yerli üretici sayısı azalıyor. Yerli üreticiler çözümü şöyle buluyorlar; bizde işçilik ucuz olduğu içi yurtdışına döviz bazlı satış yaparak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Yaklaşımları da şu: “Ürettiğimizin yarısını yurtdışına satabilirsek nakit sorunumuzu çözeriz. Onunla da hayatımızı devam ettiririz.” Ama bu uzun vadede tek başına sürdürülebilir değil.
Basınçlı kaplar ile ilgili bazı yönetmelik ve yasal düzenlemeler olmasaydı dünyanın çok gerisinde kalacaktık
Basınçlı kaplar ile ilgili bazı yönetmelik ve yasal düzenlemeler karşımıza çıktı. Bu en azından güvenlik anlamında bir disiplin sağladı. AB uyum sürecinde bu normlara geçmemiş olsaydık ve kendi standartlarımızda kalsaydık, dünyanın da çok gerisinde kalacaktık. Özellikle ürün kalınlıkları ile ilgili getirilen düzenlemeler, malzeme kalitesi, kaynak teknolojileri konusunda çok ciddi değişiklikler yapıldı. Bu değişiklikler sektörümüzü de büyük ölçüde disipline etti diyebiliriz. Sektörün derneklerine üye kuruluşların büyük bir çoğunluğu ihracatı benimsemişler. Pek çoğunun referanslarında ciddi anlamda yabancı yatırımlar vardır. Tercih edilebilir olmanın kurallarının başında “istenilen normlarda üretim” var, ama seçilebilir olmamızın yegâne sebebi ucuz olmamız. Şu anda Euro ve TL paritesine bakacak olursanız, yurtdışı pazarlar için fiyatlarımızın cazibesi çok açıktır. İklimlendirme sektöründeki ihracat rakamlarını görüyorsunuz; Türkiye’nin döviz ihracatının neredeyse %20’sine yaklaştı; bazı dönemlerde geçiyor hatta- ciddi bir döviz girdisine vesile oluyor. Basınçlı kap sektörünün bu pay içindeki yeri zannediyorum %4-5 çizgisinde ilerliyor. Dediğim gibi yabancılarla iş yapabilenler yaşayacak ama kurumsallaşamayan aile şirketlerinin uzun süre ayakta kalacağını düşünmüyorum.
Sungurlar, bu işin okuluydu…
Sungurlar, Türkiye ısıtma, kazan ve basınçlı kaplar sektörü için bir okuldu. Bir sürü mezun verdi. O mezunlar da şimdi Türkiye’ye ciddi anlamda döviz kazandırıyor. Bugün basınçlı kaplar alanında faaliyet gösteren kişi ya da firmaların büyük bir çoğunluğunun Sungurlar’a temas etmişliği vardır. Türkiye’de bazı konuları maalesef siyaset belirliyor. Sungurlar da bu zihniyetin kurbanı olmuştur. Sungurlar, Özal döneminin bir kaybıdır. Sungurlar, Türkiye’de çok büyük işler yapmış, Steinmüller markasını Türkiye’ye getirmiş, Steinmüller markası ile pek çok termik santralin, şeker fabrikalarının, özellikle katı yakıt sistemlerini yapmıştır. Bugün bile hâlâ o kalitede iş yapamayan şirketler var.
Eğitim tarafı güçleniyor
KBSB ile yaptığımız bir dizi çalışmanın sonucu olarak Türkiye’de ilk kez kazan operatörü eğitimi ve sınavlarını yapmak amacıyla Gedik Üniversitesi ile bir protokol yapıldı. Mesleki Yeterlilik Kurumu’ndan alınan yetki ile kazan operatörlerinin belgelendirilmesi, eğitilmesi ve sınavlarının yapılması gibi süreçleri hayata geçirdik. Şu ana kadar da yaklaşık olarak 50’nin üzerinde personel belgelendirdik. Bu, Türkiye ilk defa yapılıyor.
Bugüne kadar Halk Eğitim Merkezleri ya da Makine Mühendisleri Odası tarafından verilen eğitimle bir süreç yürütülüyordu. Hiçbir yeterlilik sınavı yapılmadan, hiçbir kritere bakılmadan tüm süreç bu şekilde işliyordu. Ama artık durum değişti. Kazan ve basınçlı kaplardan kaynaklı kazaların azaltılması mantığından hareketle süreci disipline ediyoruz. Artık belge verilir bir hal ortaya çıktı.
Aynı şekilde şu an KBSB ve Konya Ticaret Odası arasında yapılan bir protokolle, aynen Gedik Üniversitesinde yapılan çalışmanın bir benzerini Konya’da yürütülmektedir. Onlara da özellikle sürecin işletilmesi noktasında teknik destek sağlıyorum. Bu çalışmaların hepsi KBSB ile eş zamanlı olarak yürüyor. Ben de eğitim direktörü olarak bu sürece bir katkı vermek için elimden geleni yapıyorum.
Yine Makine Mühendisleri Odası’nın İstanbul-Kartal’da kurmayı planladığı MAKİNA-FABRİKA içerisinde de kazan operatörü eğitim ve belgelendirme sürecini işletecek bir oluşum planlıyoruz. Bir taraftan personel belgelendirme çalışmaları yaparken bir taraftan da böyle yürütme projelerini hayata geçiriyoruz. Bu, Türkiye’de bir ilk olması bakımından oldukça önemli ve değerli.
Türkiye’de döküm kazan-çelik kazan savaşları vardı…
Tercih, duruma, koşullara göre yapılır. Ama o dönem tartışma başka bir zemine çekildi. Özellikle Apartmanlarda, kazan dairesi inşası nedeniyle giriş çıkışı zor ve çok küçük olan veya hiç söz konusu olmayan yerlerde siz ağzınızla kuş tutsanız çelik kazan yapamazsınız. Çelik kazan, bir yerde kaynakla birleştirilip monoblok olarak getirilen bir ürün. Girmesi mümkün olmayan bir yere koyamayacağınız bir kazan için mecburen alternatif çözümler üreteceksiniz. Onun için orada mecburen döküm kazan kullanacaksınız. Özelikle Erenköy-Bostancı bölgesinde, küçücük kazan dairelerinin olduğu yerlerdeki kazanları -ki oralarda da bir zamanlar kömürlü kazanlar vardı- söküp parça parça kesip çıkardılar. Onun için değiştirme esnasında da çelik kazan tercih edilemedi. Ama teknolojik olarak bakacak olursanız her hâlükârda –malzemenin sünek olması açısından- yüksek yapılarda çelik kazan tercih edilir.
Sıcak su kazanlarında bina yüksekliği belirleyici bir kriter. Amaç sorunu çözmekse, o binayı ısıtmaksa orada çelik ya da döküm kavramlarına bakmanıza gerek yok. O sorunu “en avantajlı şekilde nasıl çözerim, insanların ısınmasını en efektif nasıl sağlarım, sıcak su ihtiyaçlarını sorunsuz nasıl gideririm” gibi kriterlere yanıt arayacaksınız. Ama yüksek basınç söz konusuysa ya da havaalanı gibi bir yerdeyseniz orada döküm kazan kullanmanız çok mantıklı olmaz.
Mühendislik bağlamında sektörün alternatif olarak sunduğu pek çok şey var. İlla ki tek bir yerden bakmayı doğru bulmuyorum. Mühendis, çok yönlü bakabilen, pek çok faktörü birlikte değerlendirebilen ve optimum noktasını belirleyendir.
Yüzde 109 verim tartışması
Düşünsenize ben size her gün 100 lira veriyorum, siz bana akşam olunca bana 109 lira veriyorsunuz. Bu ne kadar sürdürülebilir olur? Bir başka taraftan da şöyle söyleyeyim: Yaktığınız kazan o kadar akıllı bir kazan ki “ben bugün bunu üst ısıl değerden yakayım, yarın alt ısıl değerden yakarım” diyor. Bu olabilir mi? Yine “ben karar verdim, bundan sonra sadece üst ısıl değerden yakıyorum” gibi bir şey olabilir mi? Hadi bunu arkasına koyacağımız bir eşanjör sayesinde yapabiliriz ama bunu yaparken duman gazı sıcaklığını düşürdüğümüz için duman gazını atamayacağız ve atabilmek için de fan koyacağız. Bu da fazlaca elektrik harcamak demek. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Evet, yüzde 109 verim elde edebiliriz, hatta daha da yukarılara çıkarabiliriz. Ancak bunun karşılığı olarak harcayacağımız enerji miktarını da mutlaka düşünmeliyiz. O nedenle “laf cambazlığı” yerine yaptığımız işleri olabildiğince sürdürülebilir ve verimli şekilde yapmalıyız.
Mesela kazan sektörüne kazan amortisman ömürlerine bakarsanız 25 ila 40 yıl öngörülür. Türkiye’de 70’li yıllarda sıvı yakıt krizi yaşandı ve herkes bir anda katı yakıta geçti. 80 sonrasında çevre kirliliği dendi, hava kirliliği dendi. Özellikle Ankara’da hava kirliliğinden dolayı okulların tatil edilmesi konuşuldu ve sonucunda Ankara’yı paldır küldür doğalgaza geçirdiler. Bacalı kombileri getirdiler, mevcut bacalara taktılar. Hatırlarsınız, Ankara’da 9 öğrenci öldü. Ki baca kaynaklı zehirlenmelerden her yıl yüzlerce insan ölüyor ve ama kayda geçmiyor. Yaptığım araştırmalar neticesinde şu gerçekle karşılaştık: Sadece soba kullandığı için her yıl 100 ila 200 insan ölüyor. Hem de böyle Bursa, İstanbul, İzmir gibi büyükşehirlerde. Lodos rüzgârından etkilenen şehirlerde bu ölüm vakaları daha çok oluyor. Yine yüksek dağ yamacına kurulmuş bölgelerde, sağ tarafından rüzgâr estiği zaman aşağıdaki bacaya basıyor ve özellikle gece ısınmak için sobasını tıka basa doldurmuş evlerde ölüme sebebiyet veriyor. Çünkü o bası ve biraz da sıcaklık artması sonucu baca çekmiyor ve en sonunda felaket yaşanıyor. Bu konuda bir yaptırım, alınması zorunlu kılınan bir önlem yok.
Aslında çok basit çözümleri var. Çok basit bir yönetmelikle alınacak karar neticesinde soba olan yerlerde bir karbonmonoksit dedektörü uygulaması yapılsa sorun çözülür. Üstelik bunun büyük bir maliyeti de yok. İnsan hayatı kurtarmak gibi çok büyük bir başarıyı elde etmiş olursunuz.
Görünen o ki bir ilerleme, bir gelişmekten bahsetmek de, yeterli olmadığını söylemek de mümkün.