Header Reklam
Header Reklam

Donmamak için birbirine yaklaşan oklu kirpiler kadar olamıyoruz

14 Kasım 2016 Dergi: Kasım-2016

Sigmund Freud, “Grup Psikolojisi ve Ego’nun Analizi” adlı eserinde, ana-oğul dışında tüm insan ve grup ilişkilerinde gözlenen çatışmayı açıklamaya çalışır. “Schopenhauer’in ünlü donan oklu kirpi benzetmesindeki gibi, hiç kimse, komşusuna fazla yaklaşmaya katlanamaz” der ve bir dip not düşer. Arthur Schopenhauer’in “Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler” adlı eserinin 396. Bölümünde “Kirpi İkilemi” şöyle tanımlanır: “Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki ıstıraba da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya dek sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, İngiltere’de ‘keep your distance!’ (mesafeni koru!) denir. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama, buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.”

Freud hayatı boyunca; “Çok fazla olması için, ne kadar çok olması gereklidir? Ne zaman yeter der insan? Ne zaman çizgi aşılır? Hayatta kalma güdüsünün sınırı neresidir?” gibi sorulara yanıt aramıştır. Aslında bu sorular şimdilerde herkesin zihnini işgal ediyor. Hayatta kalabilmek için birbirinin oklarından rahatsız olsa da birbirine tekrar yaklaşan oklu kirpiler kadar olabilmek için insanoğlunun “nezaket ve görgü” gibi ortak paydada durabilmeleri gerekiyor ve bizim bunu başarmakla ilgili ciddi bir sorunumuz olduğu ise ortada. Bakın haberlere; Aydın’da köpekler için kaplara mama bırakan adama mahallelinin rahatsızlığını dile getiren bir başka adamı, köpekçi adam köpek tasması ile köpek mama kaplarının yanına bağlıyor, konuya ilişkin şunları söylüyor: “Madem köpek değil mi, sen de bir köpek oldun dedim. ‘Aynı hisleri tat, aynı duyuyu tat’ diye ben de onu oraya bağladım. Ben kavgadan yana değilim. Hiçbir zaman kavgadan yana da olmadım”!! İşte başka bir haber: İstanbul’da otobüs durağında servisini bekleyen adam, servisin geç kalması üzerine sunturlu küfür salvosuna başlıyor. Durakta durumdan rahatsızlığını dile getiren adamın kafasına atmak için taşı kaptığı gibi, o esnada otobüsüne binmiş olan adama fırlatmak istiyor. Gel gör ki hasmının otobüsü kalkmış, ardındaki otobüs durağa yaklaşmış. İşte fırlatılan o taş da bir üniversite öğrencisinin beyin zarını yırtmış. Taşı ilk otobüse atmak istediğini beyan eden saldırganın ifadesi şöyle: “Ancak benim bu ikinci otobüsle hiçbir husumetim yoktur. Ben bu otobüse atmadım.” Kavga eden çocuklarını ayırdıktan sonra kendi aralarında ağız dalaşına giren ebeveynlerden birinin diğerini bıçaklayarak öldürmesi haberini mi, postane sırasında münakaşaya giren ve hemen “cepten” arkadaşlarını davet ederek münakaşa ettiği kişiyi 3. kattan fırlatan adamların haberini mi, trafikte yol vermeme nedenli cinayetleri mi sayalım. Arabayı “stop ettirdi” diye kardeşini öldüren insanı! görünce, insanın inanası gelmiyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından Türkiye nüfusunun 31 Aralık 2015 tarihi itibarıyla 78 milyon 741 bin 53 kişi olduğu açıklandı. Nüfus artış hızımız binde 13.4’müş. İl ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranı ise yüzde 92.1’miş... Belde ve köylerde yaşayanların oranı da yüzde 7.9’muş. Yani fena halde kentlileşmişiz.

Bu cinnet, bitecek gibi görülmüyor. Zira “nüfusumuzun yüzde bilmem kaçı kentli” deyince “kentlileşilmiyor”. Bu süreçte eğitim ve kültürün önemsizleştirildiğini ve kabalığın özellikle kentlerde “hayatta kalma” yöntemi olarak kullanıldığını düşünecek olursak, oklu kirpilerin yanına bile yaklaşamayacağımız net olarak görülecek.

Gülten Akın ustamızı anarak bitirelim: “Ah, kimsenin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya…”

*Mehmet Barlas’ın Sabah gazetesindeki köşesinde aktardığı verilerden ve Sevil Atasoy’un Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Kirpinin dayanılmaz cazibesi” başlıklı yazısından yararlanılmıştır.

Oya Bakır
oyabakir@dogayayin.com