Header Reklam
Header Reklam

Sostalji, umursamazlık ve insan üzerine…

05 Nisan 2016 Dergi: Nisan-2016

Sostalji (Solastalgia) sözcüğü çevre düşünürü Glenn Albrecht tarafından 2003 yılında literatüre kazandırıldı. Latince teselli anlamına gelen ‘solacium’ ve Yunanca acı anlamına gelen ‘algia’ kelimelerinin bir araya gelmesi ile oluşmuş. İklim değişikliğinin yıkıcı, çevresel değiştirici sonuçları, doğada yeşilliklerin yok olup yerine betonlaşma, otoparklar, binaların inşa edilmesi sonucunda insanın duyduğu acı ve üzüntü, psişik ya da varoluşsal bir sıkıntı formunu ifade ediyor. Bu konudaki ilk makale 2005’te kaleme alınmış. Sevilen birinden, bir yerden ayrılmayı ifade eden melankoli veya geçmişe duyulan özlem anlamındaki nostaljiden ve sıla hasretinden farklı olarak, "sostalji"de mutsuzluk kaynağı çevresel, ekolojik bozunumdur. Bu bozunumun kişinin yaşadığı çevrede, her gün şahit olduğu biçimde yaşanageliyor oluşu bireyin psikolojini olumsuz etkiler. Bu konuda Albrecht ve çalışma arkadaşları sostalji konusunda iki önemli araştırma gerçekleştirdi: Avustralya’da Yukarı Hunter Vadisi’nde kuraklık ve etkileri ile kömür madenciliğinin geniş ölçekli etkileri. Her iki araştırma da insanların çevresel değişimlere karşı gelişen değişim süreci üzerinde güçsüzlük ya da kontrolsüzlük duygusunun şiddetlendiği ve insanları olumsuz etkilediği gözlenmiş. Coğrafyacı Yi-Fu-Tuan’ın “yaşadığı bölgeyi, coğrafyayı sevme” anlamında kullandığı topofili (topophilia), bu bozulma tehdidi ile örseleniyor. Artvin Cerrattepe’de barındırdığı bitki ve hayvan türleri itibariyle dünya literatürüne girmiş bölgede bulundukları çevrenin değişimini istemeyen sostaljik insanların tepkisini anlamaya çalışmak gerek.

Solastalgia için şu söylenebilir “Hâlâ evdesin ama sıla hasreti çekiyorsun…”

Aynı şeyi kentlerde de yaşıyoruz. Çocukluğumuzun, gençliğimizin anılarını özdeşleştirdiğimiz mahalleler, çarşılar, parklar, kültür merkezleri yerle bir oluyor. Kente ruhunu veren siluet hızla bozuluyor. Kentin kültürü, kültürsüzlüğün öyle bir boyutuna doğru koşuyor ki, taşrayı solluyor. Sadece çevresel bozulmayla karşı karşıya değiliz. Geçmişten bugüne yitirdiğimiz en önemli duygusal çöküntümüz güvenlik konusunda. Artık hiçbir yerde güvende değiliz. Yüreğimiz ana haber bültenlerini izlerken birkaç tonluk kamyonun tekerleri altında eziliyor. Ezilen yüreğimizde umudun kırıntısını korumak konusunda özdirencimizi kaybediyoruz. O zaman ne oluyor? Sebepler ve sonuçlarla yüzleşme cesaretsizliği kanımıza karışıyor. Ölümler ve acılar, bireyi kırılma noktasına doğru hızla sürüklerken, bünye bir savunma mekanizması geliştiriyor: Umutsuzluk korkusu bireyi umursamaz yapıyor. Ruh, kurtuluşunu “bana değmedi ya” umursamazlık körlüğüne teslim ediyor.

Seray Şahiner'in kaleminden sahneye uyarlanan Antabus oyununda Leyla karakteri; “Tiksinmekten bir adım sonrası gamsızlık” diyor.

Geleceğimizi tehdit eden şey terör, hatalı politikalar, yeni dünya dengelerinden ziyade işte bu “gamsızlık” olacak. “Normalleştirdiğimiz” her yanlış, geleceğimizin altına konan dinamit olacak… Bu umursamazlığa gösterilen direncin göstergelerini ise sosyal medyada “paylaşılan” mesajlarda aramak nafile olacak…

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyerek yaşatılan yılanların bir sonraki hedefi biz olmayız” mı diyorsunuz?

Çocuk felci aşısını bulan ve patentini almayarak yaklaşık 7 milyar USD’den vazgeçen bilimci Jonas Edward Salt ile yaptığı röportajda Edward Murrow sorar; “Çocuk felci aşısının patenti kime ait” diye… Salt: “Hmm, insanlığa ait diyebilirim. Patenti yok. Güneşe patent alabilir misiniz?” diyor. Salt diyor ki: “Eğer bütün böcekler dünyadan yok olacak olsaydı, 50 yıl içinde dünyada hayat sona ererdi. Eğer insanoğlu dünyadan yok olacak olsaydı, bütün yaşam kendini yeniler ve geliştirirdi”.

Diyeceğimiz o ki, burada ne söylemek istiyorsak siyaset, din, mezhep, ırk vb. değil, daha iyi bir dünya adına... Her ne oluyorsa insandan…

Oya Bakır

oyabakir@dogayayin.com