Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma…
Fikirleri sahiplerinden arındırarak mı değerlendirmeli, yoksa kimin söylediğine bağlı olarak mı? Tam münazara konusu. Her ikisini de mantıksal örneklerle savunmak mümkün gibi görünüyor. Öyle ya, ne söylendiği, kimin söylediğine göre önemsenebilir de önemsenmeyebilir de… Öte yandan söyleyende tasvip etmediğimiz yaşantı kodları varsa, bu, fikrin doğruluğunu veya önemini nasıl yok saymamız için gerekçe olabilir ki… Büyük sözlerin, tarihe mal olmuş düşüncelerin sahiplerine bir bakın, çoğu kez kendi yaşantısı ile çelişen eserleri olabildiğini görebilirsiniz. Martin Heidegger’in dediği gibi; “Büyük düşünenlerin büyük hatalar yapması kaçınılmazdır”. Bunu söyleyen varoluşçu felsefenin önde gelen isimleri arasında sayılan Heidegger, kendi yaşamıyla bu sözü doğruladı, Sokrates’ten etkilendi, insanın varlık sorununu analiz etmeyi iş edindi ama siyaset açısından çuvallayarak Nazi rejiminin propagandacısı oldu.
“Tanrı her şeyi mükemmel yaratmıştır, insan işe karışır ve hepsi berbat olur” diyen Jean Jaques Rousseau, Fransız devriminin adeta idolü olarak tanınır. Bir yandan çocukların yetiştirilmesinde kendini ifade edebilmelerine olanak tanıyan bir sistemi tanımlarken, beş çocuğunu birden berbat yaşam koşullarına sahip bir yetimhaneye terk etmiştir. Aklın benmerkezciliği doğurduğunu ileri sürdüğü “Söylem”in bir kopyasını, desteğini alabilmek için gönderdiği Voltaire’in “İnsan ırkına karşı olan yeni kitabınızı aldım, teşekkür ederim. Bizleri aptallaştırmayı amaçlayan bir girişime hiç bu kadar çaba harcanmamıştı. Kitabınızı okuyunca insan dört ayak üzerinde yürümeyi çok istiyor. Ama o alışkanlığı altmış yıl önce kaybetmiş olduğumdan, tekrar kazanmam korkarım olanaksız” yanıtını alıp ömrü boyunca sürdüreceği düşmanlığa dönüştüren Rousseau, zamanı geldiğinde Voltaire’in tam karşısına gömülmüştü. Tabii ki Romantik Hareket’in kurucusu ve hatta doğanın el değmemiş mükemmelliğine duyduğu inanç ile biraz da “Yeşil Hareket”in öncüsü olduğu gerçeği, adı ile birlikte tescillenmiştir.
Modern psikolojinin babası olarak bilinen Arthur Shopenhauer’in kendisinin de ifade ettiği gibi “şüphe, sinirlilik, şiddet ve kibre” yakın olması, kadın düşmanlığı, başta kendi bankası olmak üzere kimseye güvenmemesi ironik bir durum gibi görülebilir. Ama bu durum, onu en büyük, en köktenci Batılı düşünürler arasında sayılmaktan alıkoymaz.
Felsefe aleminin anarşisti Nietzsche, belki de en çok okunan, en keyifle okunan düşünürdür ama 1888’de, aklını yitirmesinden önce son doğum gününde sadece bir tebrik kartı almıştı. “Üstün insan” görüşüne karşın, Herakleitos’un “karakteri, insanın kaderidir” sözünü doğrulayacak biçimde “üstün insan”a hem psikoloji hem de fizyolojisi açısından uzak bir yaşam sürmüştür. “Kendini kepaze etme, kendi kendinin soyguncusu olma, kendini yalanla dolanla aldatma ve bundan yararlanma eğilimi, bir tanrının insanlar arasında utancı olabilirdi” demiş, insanın “defo”larını sivri bir dille eleştirmiştir. Pek çokları Nietzsche’yi Nazi yanlısı olmakla suçlamıştır, buna karşın pek çok Nietzsche yanlısı sol görüşlü düşünür ve siyasetçi bulunmaktadır.
Nükleer silahsızlanma kampanyalarının ateşli savunucusu Bertrand Russel, söylemleriyle tam bir barış peygamberi ve insanların acılarına aşırı duyarlı bir hümanist olarak kabul görürken “Darwin otuz milyon sıradan insandan daha değerliydi” sözüyle olduğu gibi küstah kibir gösterileri ile şaşkınlık yaratmıştır.
Yani, bir kişinin “akıl yaşamı” kişiyi ille de “akıllı bir yaşam”a taşımıyor. Sigara içen doktor, küçük meyveli turtalara zaafı olan diyetisyen, psikolojik sorunları olan bir psikolog olamaz mı?
Bir de unutulmaması gereken bir şey var ki; büyük fikirler, ölümsüzleşmiş eserler, sanat yapıtları, insanlık için büyük adım olarak nitelenen buluşlar; bünyesinde keskin çelişkileri, çatışmaları barındıranlara aittir. Ne diyelim; işte hayat…
*Nigel Rodgers ve Mel Thompson’un “Sıradışı Filozoflar” ile Nietzsche’nin “Aforizmalar” kitaplarından yararlanılmıştır.
Oya Bakır