Header Reklam

Celladına aşık olmak veya cezayı başkaldırıya dönüştürmek gibi bir şeyler üzerine?

05 Ekim 2013 Dergi: Ekim-2013

Son zamanlarda dünyamızda, ülkemizde (sonucunda iç evrenimizde) olanlar bitenlerden, bir türlü olamayanlar ve başlayamayanlardan kaynaklanan çeşitli insanlık halleri izlenebiliyor. Dünyanın pek çok yerinde celladına aşık, Stockholm Sendromuna maruz toplumlar görüyoruz.  Alman sosyolog, filozof, üstelik müzikolog, besteci Adorno, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış bir Yahudi olarak, “celladına aşık toplum”u şöyle tanımlamış: “Baskı belli bir yoğunlukta, sürekli olursa, mazlumun tek kurtuluşu zalime, cellada aşık olmak olur”. İlk kez psikiyatr Bejerot tarafından tanımlanan Stockholm Sendromu ise adını 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan banka soygununda kendisini rehin alıp altı gün boyunca alıkoyan soyguncuya aşık olan kadının hikayesinden almıştır. Rehinelerin, kendilerini esir alanların duygularını anlama noktasına gelmeleri ve kendisini rehin alan kişilerle geçirdikleri sürenin sonunda onlara yardımcı olmaya başlaması ve nihai olarak da onlarla özdeşim kurmalarına Stockholm Sendromu deniyor. Bu sendrom, genişletilmiş anlamı ile; insanın kendisini zora sokan, üzen koşulları benimsemesi, savunması ve bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi, ezenin yanında yer alması demek. J.Herman sendrom hakkında şunları söylüyor: “Şiddet uygulayanın ilk hedefi kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça bir denetim kurarak ulaşır.  Ancak salt boyun eğme onu nadiren tatmin eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için kurbanın onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın kurbanından saygı minnet ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi gönüllü bir kurban yaratmak gibi görünmektedir”. Ama hal böyleyken şimdilerde bazı topluluklarda bu takıntılı aşktan vazgeçildiğini görüyoruz.

Buna karşın bazı topluluklar ise umutsuzluğa meyledip, Sisifos Söyleni’ni tartışıyor kendi içinde ve dışında. Albert Camus’un 1942’de yayınladığı Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe) kitabında yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmayı başka bir deyişle uyumsuzu (absürt) anlatır. Kitap adını, Yunan mitolojisindeki -Homeros’a göre ölümlülerin en bilgesi olan, Sisifos’tan alır. Sisifos çıkıntılığı ile tanrıları kızdırmış ve tanrılar tarafından sonsuza kadar bir kayayı dağın başına ite kaka çıkarmakla cezalandırılmış. Ancak asla o kaya tepeye varamayacak, tam varacakken tekrar aşağı yuvarlanacak, Sisifos işe yeniden başlayacakmış. İşte Camus, Sisifos’un trajik kısır döngüsünden yola çıkar, “Hayatın yaşamaya değer olup olmadığını yargılamak felsefenin temel problemine cevap vermek anlamına gelir” der.

Camus’ye göre bu söylendeki trajedi Sisifos’un her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir. Camus saçma-uyumsuz (absürt) kavramını yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan üzerine kurar. Bir başka deyişle Camus, en meşhur uyumsuz kahraman Sisifos üzerine “saçma”nın farkındalığının tarihsel gelişimini anlatır. Camus kitabında Sisifos’un çabasının nafileliğinin bilincinde olmasına rağmen sürdürmesini sorgular, şöyle der: “Yalnız bir gün ‘neden’ yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. ‘Başlar’, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme…

İnsan bir yaşamın sonunda, bir tek gerçeği kesin olarak öğrenmekle yıllar geçirdiğini anlar. Ama bir teki, apaçıksa, bir yaşamı yönetmeye yeter.”

Camus, Sisifos`un durumuna sonsuza kadar çare bulamayacağını ama saçmanın geriletilebileceğinin farkındadır. Bu yüzden "tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter" diyerek intihar fikrini haksız çıkartır.

Bir başka deyişle önce saçma’nın varlığını kanıtlamaya çalışan Camus, sonra da saçma'nın bilincine varmanın insanı intihara değil de başkaldırmaya götürdüğünü ileri sürer. 

Özetle, herkes ama öyle ama böyle düşünüyor, yorumluyor, tartışıyor. Bunca devinimden elbet iyi bir şeyler çıkacak, en azından böyle olacağı fikri hoşuma gidiyor.

Öte yandan Adorno dürtüyor “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” diyor. Ne diyeyim, neticede bu yazı da bir yerde bitmeli…Elif arkadaşımın dediği gibi “bilemedim ben onu”…

Dr.Oya Bakır
[email protected]


Etiketler